Üç kız kardeş aynı üzüntüyü
paylaşıyorlardı. Bir araya geldikleri zaman konu hep aynı idi: Erkek Kardeşleri.
İki erkek kardeşleri vardı. Söz dinlemiyorlardı.
Kardeşleri, işinde gücünde
doğru yaşamaya çalışan iyi insanlardı. Kimseye zararları yoktu, ellerinden
geldiği kadar iyilik de yapıyorlardı. Çocuklarını doğru yetiştirmişler,
evlendirmişler, helâl yoldan çalışıp kazanan, inançlı, vatanını, milletini
seven fertler olarak topluma kazandırmışlardı. Hepsi iyi güzeldi ama yine de
onların ahretinden endişe ediyorlardı. Çünkü onlara göre bu güzel davranışların
bir yola, bir tarikata girerek taçlanması gerekiyordu. Yola girmeden, bir
mürşitten el almadan, insan ahretini kurtaramazdı. Sadece tarikata girmek bile
kurtuluş ve cennete girmek için yeterli idi. Zaten doğru insanlardı bir de
onların tarikatına girseler cennet garanti idi. Bütün tarikatlar Hak’tı ama en
güzeli kendi tarikatları idi. Gelseler ne güzel olurdu.
Bu karşı çıkışın altında dayılarının
öğretmen olan oğlu vardı. Onlara göre kardeşleri dayıoğlunun etkisi altında
kalıyordu. Dayıoğlu hep tarikatlara karşı olmuş, her yerde aleyhte konuşmalar
yapmaktan geri durmamıştı. Hatta kırk küsur yıl önce şimdiki şeyhlerinin
babasını bir toplantıda din dışı olmakla suçlamıştı. Dayıoğlunun spastik
engelli bir oğlu var. Böyle olduğu halde gene de şeyhlerine karşı konuşmaktan
geri durmuyor. O engelli çocuğun ona şeyhin babası tarafından ceza olarak
verildiğini düşünüyorlardı. Erenleri kızdırmaya gelmez.
Kardeşleri ile bir araya
geldiklerinde hep onları ikna etmeye çalışıyorlar, ama başarılı olamıyorlardı.
Kardeşlerin büyüğü Hüdai’yi ikna etseler Ali de ona uyar diye düşünüyorlardı.
Bu yüzden her fırsatta Hüdai’yi inandırmaya çalışıyorlardı.
Yine bir akşam Hüdai’ye oturmaya
gitmişler, aynı konuyu açmışlardı, büyük abla en yumuşak tavrını takınarak daha
önce söylediklerini tekrar ettikten sonra;
“-Bak kardeşim biz tarikata girip
derviş olduğumuz için cennete gideceğiz, siz ise el alıp derviş olmadığınız
için ne yaparsanız yapın cennete giremeyeceksiniz. Siz cehenneme giderken biz
size cennetten el sallamak istemiyoruz. Gelin bizim tarikatımıza girin cennette
hep beraber olalım.”
Bu son ifadeler bardağı taşıran son
damla oldu. Hüdai bu güne kadar yapılan ısrarları önemsemeyip geçiştirdiğine
pişman oldu.
“-Bak abla, bu şekilde konuşarak boyunca
günaha giriyorsun. Siz bize boşuna üzülüyorsunuz, ama üzülecek durumda olanlar
esas sizsiniz. Çünkü Allah’a şirk koşuyorsunuz ve bunun farkında bile
değilsiniz. Bir kere tarikata girerek, mürşit adı verilen bir kişiden el
almakla, kurtuluşa erip cennete girme garantisi tamamen yalandır ve bunu
söylemek büyük günahtır. Bu garantiyi veren Allah’a ortak koşarak şirke
giriyor. Şirk en büyük günahtır. Buna inanmak da büyük günaha girmektir, şimdi
siz bu günahı işliyorsunuz. İnsanları kurtaracağını iddia eden şeyh kendini kurtarmış
mı acaba? Kimin kurtulacağını, kimin cennete veya cehenneme gireceğini ne sizin
şeyhiniz ne de bir başkası bilemez, ancak Allah bilir. Bu konu kitabımız
Kuran-ı Kerim’de açık bir şekilde ifade edilmektedir.
Ama ne sizin şeyhiniz ne
de onun babası Kuran bilmiyorlar. Bilseler bile insanları kendilerine bağlayarak
sömürmek için bilmezden gelirler. Size kurtuluş vadeden sözde şeyh önce kendini
kurtarsın. Dayıoğlumuzun spastik oğlunu şeyhinizin babasının ona ceza olarak
verdiğini söylemenin ve buna inanmanın ne büyük günah olduğunu bilseniz ömrünüz
oldukça tövbe ederdiniz. Ben bunu ilk duyduğumda irkildim, tüylerim diken diken
oldu. Şeyhinizi ve babasını Allah yerine koyduğunuzun farkında bile değilsiniz.
Bu şirkin en koyusudur. Çok büyük bir günah işliyorsunuz. Allah sizi affetsin.
Üstelik dayıoğlumuzun oğlunun nesi var ki… Onlar
Allah’tan gelene eyvallah diyerek mevcut şartlarını iyileştirmek için var
güçleri ile çalışıyorlar. İsyan etmiyorlar, beterin beteri vardır diyerek
Allah’a şükrediyorlar. Ailece gösterdikleri çabalarla engelleri aşıp başarıya
ulaştılar. Alperen, üniversite mezunu, üç kitap yayınlamış, resim sergileri
açmış, Almanya’ya örnek engelli olarak davet edilmiş, Cumhurbaşkanı tarafından
engellilere yaptığı hizmetler için Köşkte ödüllendirilmiş başarılı örnek bir
insan. Televizyon programlarına çıkıyor. Çeşitli üniversiteler onu engellilerle
ilgili toplantılara konuşmacı olarak davet ediyor. Çünkü O, yaşayışıyla,
başardıklarıyla örnek bir insan... Bütün bunları bu engelli haliyle başarıyor.
Tek eksiği yürüyememesidir. Bu eksiğini de modern araçlarla tamamlayarak
gideriyor. Çalıştığı işten yakında emekli olacak. Yani engellerine rağmen
çalışarak, emekli olabilecek noktaya gelmiş. O, ailesi için bir ceza değil,
mükâfat bence… Ve ben Alperen’i sizin şeyhinizle mukayese bile etmem, şeyhiniz
O’nun seviyesine asla ulaşamaz. Dayıoğlu şöyle diyor;
“Bana göre, Allah’ın adaleti eşitlik üzerine değil,
denge üzerine kurulmuştur. Allah her insana eşit nimetler, eşit yetenekler,
özellikler vermez. Bazı şeylerden az verirse başka şeylerden çok verir. Böylece
denge sağlanır. Oğlumun hareket noksanlığı var, yürüyemiyor ama Allah ona
çelikten bir irade, mücadele gücü, üstün bir zekâ ve daha birçok güzel
yetenekler vermiş. Biz de oğlumuzla birçok güçlüğe katlanarak, emek vererek,
engellerle mücadele ederek, Allah’ın verdiği bu güzel özellikleri eğitimle
işledik ve değerlendirdik. Oğlumuz her yönüyle toplum tarafından takdir edilen
örnek bir insan oldu. Bize birçok evlâdın yaşatmadığı güzellikler yaşattı.
Eksiklerimiz için en sıkıntılı zamanlarımızda dahi Allah’a asi olmadık. Ölü ya
da diri, şeyh, mürşit, efendi, adı ne olursa olsun insanlardan değil, hep Allah’tan
yardım niyaz ettik. Allah hep bizim yanımızda oldu. O’na sonsuz şükürler olsun,
bize hiç ummadığımız nimetler ve kolaylıklar sundu, bizim gayretimizi hep
ödüllendirdi.
Eskiden “engelli” yerine “özürlü” kelimesi kullanılırdı. Özürlü kelimesini hep yanlış
bulurduk. Sonunda büyük çoğunluk da bu yanlışı kabullenince “engelli” kelimesi
kullanılmaya başlandı. Oğlum şöyle diyordu; “ben bütün engellerime rağmen,
eksiklerimi tamamlayıp iyi ve faydalı bir insan olmaya çalışıyorum,
çabalıyorum, kendi emeğimle kazandığımı yiyorum bana özürlü diyorlar. Hiçbir
engeli olmadığı halde çalışmayıp başkalarının hakkını gasp eden asalaklar, din
yoluyla insanların elinden paralarını toplayan dolandırıcılar, içki kumar gibi
kötü alışkanlıklarla çoluk çocuğunu ihmal edenler, eşlerini aldatanlar normal
insan sayılıyorlar, bence bu yanlıştır. Esas özürlüler bu insanlardır. Nasıl
gözü görmeyen gözlük kullanıyorsa ben de yürüyemediğim için tekerlekli sandalye
kullanıyorum.” Esas özürlü ve sakat olanlar, hayatında bir gün dahi çalışmadan
insanları din yoluyla dolandırarak zengin hayatı yaşayan, bunların sözde
şeyhleridir.
Bir derneğe üye olur gibi şeyh adını verdikleri bir
kişiden el alanlar ben derviş oldum diyorlar. Dernek kayıt defterine kayıt olur
gibi o tarikatın defterine kayıt olunca her şey tamam oluyor. Derviş oldun mu?
El aldım, derviş oldum diyorlar. Artık onlar için cennet garanti. Oh! Ne âlâ
memleket... Hele şeyhe istediği zaman para da verirsen cennette yerin hazır.
Ortaçağ papazlarının cennette arsa satmalarından bunun ne farkı var. Mürşit
irşat eden, aydınlatan kişidir, bir öğretmendir. Bu kurum ve kişiler
okuryazarlığın çok az olduğu, şimdiki bilgi kaynaklarının olmadığı dönemlerde
cahil halkı doğru yaşamaları için aydınlatmışlar ve yönlendirmişlerdir. Çok
büyük hizmetler vermişlerdir. Eskiden şeyhlerin bir işi, bir mesleği vardı.
Ailelerinin ve dergâhlarının geçimini çalışarak kazanmışlardır. Halktan
almamışlar halka vermişler. Daha sonra bu iş bir geçim kapısı olunca, şeyh
hanedanları türemiş, post babadan oğula geçmiştir. Böyle olunca, cahil, çocuk,
yeterli yetersiz her türlü insan şeyh olmuş. Bir mürşidin irşat etmesi için
bilgili olması gerekir. Hiçbir bilgiye ve eğitime sahip olmayan bu işi geçim
kapısı olarak gören bu sahtekârlar halkı nasıl aydınlatabilirler. Kendi sömürü
düzenlerini sürdürmek için din dışı hurafelerle halkı kandırarak kendilerine
bağlamanın yollarını ararlar. Onlar için bilgi ve eğitim önemli değildir. Bilmem
kim babanın, şeyhin oğlu, torunu olmak yeterlidir. Dedesi, babası gerçekten iyi
şeyler yapmış olsalar dahi bu onların kazancıdır. Üsküp’te, Prizren’de,
İzmir’de, Manisa’da, Bursa’da her yerde
bu sahtekârları gördüm. Sadece hasat zamanı köye gelip köylünün kendisi için
yetiştirdiği ürünü alıp giden şeyhler biliyorum. Prizren’de “mürşitsiz tasavvuf
yaşanmaz” diyen şeyhin namaz bilmeyen dervişlerine namazı öğretmek için
bilgisayardan yazılar çıkardığını gördüm. Açıkta, alenen içki içmeyi
yasaklamışlar. Dervişlerin şimdiye kadar namaz bilmeden, içki içerek mürşit(!)
eşliğinde sözde dini yaşadıkları anlaşılıyor. “En hakiki mürşit ilimdir” başka
mürşit gerekmez. Bugünkü siyasi ortam bunu gerektirdiği
için namaz öğretip, içkiyi yasaklıyorlar. Bunu, Allah’ın emri olduğu için
değil, şimdi çıkarları gerektirdiği için yapıyorlar. Hatta Ehlibeyt sevgisini
de bir kenara bırakmışlar. Zamanında çocuklarına Yezit ve Muaviye düşmanlığı
aşılayanlar şimdi Muaviye’ye “Hazreti Muaviye” deme noktasına gelmişlerdir.
Daha önce iktidar partisine “Yezit, Muaviye” partisi diyen sözde dervişler
şimdi bu parti için çalışıyorlar. Bu insanları bu hale getirmek için fazla
çabaya gerek yok. Baştaki şeyh denen adama bazı menfaatler sağlamak yeter.
Sözde dervişler sürü haline gelmiş, aklını terk etmiş, baştaki ne derse onu
yapıyorlar.
Bu çağda İzmir gibi bir şehirde böyle insanların
peşinden gidenlerin olması beni şaşırtıyor. Ömrü boyunca hiç çalışmadan, din
yoluyla kandırdığı insanları soyarak yaşayan insana ne şeyh ne mürşit denir,
dense dense kan emici asalak kene denir. Böyle şerefsizce yaşayanlar esas
özürlü, defolu, sakat vicdanlı insanlardır.”
“-Şimdi gelin siz beni dinleyin, bu sahtekâra
soyulup, kandırıldığınız yeter. Tövbe edip Allah’ın sonsuz merhametine sığının.
İslâm’ı, Kur’an hükümlerine göre yaşamaya çalışın. Kimin cennete ya da
cehenneme gideceğini yalnız ve ancak yüce Allah bilir. Doğru ve güzel yaşamaya
çalışıp, ibadetimizi yaparak Allah’tan bizi cennetine kabul etmesi için dua
edelim. “
Diyerek sözünü
tamamladı Hüdai…
Bir kişiye bile aklını kullanmayı akıl ettirebilirsek
yeter; umuduyla…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder