28 Temmuz 2012 Cumartesi

Belgrad Yolunda...


Sekiz yıldır defalarca Makedonya’ya gittim. Doğduğum, sekiz yaşıma kadar yaşadığım köyümü kasabamı, dedelerimin, nenelerimin mezarlarını ziyaret ettim. Bütün Makedonya’yı gezdim; gitmediğim şehir kalmadı diyebilirim. Ayrıca kimsenin gitmediği en sapa yerlere, dağ başlarındaki Yörük köylerine de gittim. Makedonya’nın hiçbir yerinde akrabam yok ama şimdi birçok kasabasında ve köyünde çok değerli dostlarım var. Bu süre içinde Makedonya dışında sadece Kosova’da Prizren’e bir defe gitmiştim. Bu gezimde Makedonya üzerinden bir defa daha Prizren’e ve oradan da Sırbistan’a giderek Belgrad’ı görüp gezmeyi plânladım. Sırbistan, Kosova’ya siyasi nedenlerle sınır kapısı açmadığı için Prizren üzerinden gitmem mümkün olmadı. Üsküp’e dönerek buradan Belgrad otobüsü ile Sırbistan’a geçtim.

Sırpların Beograd (Beyaz Kent ya da Akşehir) dedikleri Belgrad, bir buçuk milyon nüfusu ile altı federe devletten oluşan eski Yugoslavya’nın başkenti iken şimdi sadece Sırbistan’ın başkenti olma sıfatını taşıyor. Üstelik çok küçülmüş bir Sırbistan’ın… Siyasetçilerin “Büyük Sırbistan” hayali ve hırsı, masum insanların katliamlara uğramalarına, evsiz barksız kalmalarına ve daha birçok acıya sebep oldu. Savaşın açtığı yaraların yakın zamanda kapanması pek mümkün görülmüyor. İnsanlar kaybettiklerinin acısını her gün derinden hissederek acıyla yaşamak zorundalar.
Bu sürecin sonunda Sırbistan’ın büyüme isteğinin aksine küçüldüğünü görüyoruz. En son Karadağ ve Kosova’yı da kaybedince denize kıyısı bile olmayan küçük bir kara devleti haline geldi. Ekonomisinin durumu döviz bozdururken hemen kendini gösteriyor. Ekonomisi hiç de iyi olmayan Makedonya’da bir avro altmış bir Denar iken Sırbistan’da bir avro yüz on üç Dinardan işlem görüyor. Otobüste yan yana yolculuk yaptığımız orta yaşlı bir Sırp vatandaşı, çok büyük bir işsizliğin yaşandığını, pahalılığın arttığını, bu yüzden hayat şartlarının çok zorlaştığını anlattı. Hukukçu olduğunu, ancak Makedonya’da Gostivar’da iş bulabildiğini şimdi Niş’teki ailesini ziyarete gittiğini anlattı.
Burada iki farklı Sırp’ın iki farklı davranışını vermek istiyorum. Giderken yanıma oturan yol arkadaşımla ismimi söyleyerek tanışmak istedim. Hemen adını söyleyerek elini uzattı, el sıkışarak benim çat pat Makedoncam ve Boşnakçamla sohbete koyulduk. Türk olduğumu söyleyince başparmağını kaldırarak “nmogu ubavo” (çok güzel) diyerek memnuniyetini belirtti. Çok güzel bir sohbet yaptık. Belgrad’da uygun otel ismi vererek iyi niyetini gösterdi. Sırp gümrüğünden geçerken yardımcı olmaya çalıştı. Niş’te inerken biraz uyuklamışım, dürterek uyandırdı ve iyi dileklerle veda ederek ayrıldı.
Diğer Sırp ise dönüş yolunda yanıma oturan yol arkadaşımdı. Tanışmak istedim, pek memnun olmadı, adını söyledi ama anlamadım. Konuşmamdan hoşlanmadı. Çok ağır kokan yiyecekleri çevresine aldırmadan rahatlıkla yedi. Varlığından rahatsız oldum. Kumanova’da inerken yüzüme bile bakmadan yürüdü gitti.
Haritaya göre Niş üzerinden gideceğiz. Kragoyevas kavşağından geçip, yola devam ederek Belgrad’a ulaşacağız. Bu güzergâh İkinci Dünya savaşı sırasında 1940’lı yıllarda rahmetli babam ve Kişinalı Yeni Hüseyin dayının evlerine ulaşmak için kat ettikleri güzergâhtı. Babam 1942'de, Hüseyin Dayı da savaş biterken, 1944'te bu yolu birçok tehlike atlatarak, her an ölüm tehlikesi altında geçmişler. Bilhassa Kosova’da Arnavut Sırp çatışması yüzünden her Müslümanın katledilmesi gereken bir düşman görüldüğü bir ortamda can pazarı yaşamışlar. Çok iyi bildikleri Sırpça sayesinde canlarını kurtarmışlar. Hüseyin dayı kendine, anasına, babasına Hıristiyan isimleri vererek, yani Hıristiyan rolü oynayarak canını nasıl kurtardığını, yaşadığı sıkıntıları anlatmayı çok severdi. Üsküp’ten hareket eden otobüsümüz Sırbistan’da ilerlerken çocukluğumdan itibaren defalarca merak ve heyecanla dinlediğim olaylar bir film şeridi gibi gözümün önünden geçiyor. Karmaşık duygular içinde onlara ve diğer arkadaşlarına Fatihalar gönderiyorum.
Yabancı bir şehirde yalnız kalmak, tek başına olmak çok ürkütücü bir durum, burada bunu yaşadım.   Hele o şehrin lisanını da bilmiyorsanız çaresiz kaldığınızın resmidir. Makedonya’ya gitmeye başladığım yıllardan itibaren Makedonca öğrenmeye çalışıyorum. Kendi kendime Kiril alfabesini çözdüm, rahatlıkla okuyorum. Ayrıca bu yıl Boşnakça kursuna devam ettim. Bulgarca, Makedonca, Sırpça, Boşnakça ve Hırvatça dilleri aynı kökten geliyor. Birini bilince diğerleri ile de anlaşmak mümkün. Hele eski Yugoslavya’da elli yıldan fazla beraber yaşamış olan milletler aralarındaki farklılıkları kaldırmışlar adeta... Bu yüzden Makedoncama ve Boşnakçama güveniyorum. Derdimi anlatabileceğime ve yeteri kadar anlayacağıma inanıyorum. Öyle de oluyor. Üstelik Belgrad hakkında ayrıntılı bilgileri buraya çeşitli nedenlerle gelmiş olan, Belgrad’ı çok iyi bilen Prizrenli dostlarımdan almış bulunuyorum. Nitekim bu bilgiler Belgrad’da çok iyi iki gün geçirmem için bana yetti.
Sabaha karşı otogara benzemeyen bir caddede otobüsten inince biraz panikliyorum. Taksiciler şehre gelen yabancıyı ilk karşılayan ve tabiri caizse “tokatlayan” kişilerdir. Ama ben bu konuda tecrübeliyim. Çantamı sırtıma vurup Belgrad Otogarını soruyorum, önce dönüş biletimi halletmem gerekiyor. Döviz bozdurup, bilet işini halledince kendime güven geliyor. Önce otel bulup yerleşmem, rahatlamam gerekiyor. Taksicilere, Kalemegdan ve Bayraklı Cami yakınlarında uygun bir otele gitmek istediğimi anlatmaya çalışıyorum. Cami ve kalenin birbirine yakın olduğunu biliyorum. Bir taksici ile anlaşıyoruz, diğerlerinin istediği fiyatın yarısına otele götürüyor. Otelin camiye ve kaleye çok yakın olduğunu görerek yerleşiyorum. Yıkanıp paklanıp bir müddet dinlendikten sonra Belgrad turuma başlayacağım.   
Devam niteliğindeki yazım:
http://cikayim-gideyim-urumeline.blogspot.com/2012/07/belgrad-ve-kalemegdan.html 

Temmuz-2012

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder